Gramsci’nin Dünyasında İdeoloji, Praksis ve Mücadele

Antonio Gramsci üzerine yazı yazmak oldukça zor ve karmaşık bir iş; zira hem teorik açılımlar hem de stratejik düşünceler geliştiren Gramsci, Marksizmin en önemli dönüm noktalarından birini temsil eder ve kültürel ve siyasal alanları anlamak için vazgeçilmez bir başvuru noktasıdır. Bu bağlamda, Gramsci’nin Kültürel Çalışmalar alanı için neden bu kadar merkezi bir öneme sahip olduğunu düşündüğüm bazı temel konulara değinmek istiyorum.
Hayatının her anı, ezilenlerin kurtuluşu için verilen siyasal mücadeleyle iç içe geçen Gramsci, İtalyan proletaryasının bilincini geliştirmek için sendikal hareketlere katkıda bulunmuş; İtalyan Sosyalist Partisi’ne katılarak sosyalizm düşüncesini yaymak için çalışmıştır. Gazetelerde yazılar yazarak kitleleri harekete geçirmeye çalışmış; öte yandan, Torino’daki işçilerin eğitimi ve örgütlenmesinde aktif rol almıştır. İtalyan Komünist Partisi’nin kuruluşunda görev almış ve partinin lideri olmuştur. Milletvekili seçilmiş ve uzun yıllar boyunca partinin baş ideoloğu olarak kalmıştır. Mussolini’nin faşist rejimi tarafından tutuklanana kadar da İtalya’daki faşizme karşı sol muhalefeti birleştirmeye çalışmıştır.
Görüldüğü gibi, Gramsci’nin hayatı bütünüyle işçi sınıfının kurtuluşuna adanmıştır. Ancak bu, onun sadece pratikle ilgilenen, teoriyi önemsemeyen bir aktivist olduğu anlamına gelmez. Tam tersine, özellikle Turi Hapishanesi’nde geçirdiği uzun yıllar boyunca sosyalist stratejiyi hem İtalya hem de dünya için uygulanabilir kılacak bir analiz geliştirmek üzere çalışmıştır. Hayatının her anını praksisle iç içe yaşamış olması, düşüncelerine de yansımıştır. Bu yüzden onun yaklaşımında “praksis felsefesi” izlerini görmek şaşırtıcı değildir.
Burada Gramsci’nin praksis vurgusunu açmak istiyorum. Ona göre düşünce ve eylem birbirinden ayrılamaz; aksine içsel bir bütünlük içindedir. Bu anlayış, uzun yıllar Marksist analizlerde hâkim olan determinist altyapı-üstyapı modeli yerine, altyapı ile üstyapı arasında karşılıklı bir etkileşimi öne çıkarır. Bu noktada, klasik liberal düşüncenin siyaset ile ekonomiyi yapay biçimde birbirinden ayırarak kapitalist üretim ilişkilerini meşrulaştırmasına karşı gelen Gramsci, siyasetin ekonomiden koparılamayacağını savunarak bu ayrımı aşmaya çalışır.
Bu bağlamda, Gramsci’nin ideoloji anlayışı da oldukça anlamlı hale gelir. Praksis felsefesiyle uyumlu biçimde ideolojinin maddi bir temeli olduğunu, zihinsel ve pratik unsurları birlikte barındırdığını vurgular. Ona göre ideoloji, bir biçim sağlar; maddi unsurlar da bu biçim olmadan kavranamaz. Böylece düşünce ve eylemin birliği ideolojide cisimleşir. Gramsci’nin ideolojiye olumlu bakışı dikkat çekicidir; ancak ideolojinin olası olumsuz kullanımlarını da fark eder. Bu nedenle, ideoloji kavramını açıklamak için “organik ideoloji” kavramını geliştirir. Organik ideolojiler, kitleleri örgütler ve tarihsel olarak etkin hale gelir, sınıf bilincinin oluştuğu ve sınıfsal davranışların ortaya çıktığı bir zemin hazırlar.
Gramsci’nin öne çıkardığı bir diğer önemli kavram ise “kolektif irade”dir. Önceki Marksistlerden farklı olarak bu kavrama merkezi bir rol atfeder. Kolektif irade yalnızca sınıfsal bir kategoriye indirgenemez; organik ideolojilerin şekillendirdiği alanlarda ortaya çıkar ve tarihsel sürecin asli aktörlerinden biri olur. Folklor, hukuk, din, sağduyu ve felsefe gibi maddi ve kurumsal unsurlar kolektif iradeyi şekillendirir.
Gramsci’ye göre kolektif iradenin inşa edildiği “tarihsel blok”, yalnızca sınıfsal bir ittifak değildir. Praksis felsefesi doğrultusunda, sınıflar arasındaki ittifakların içsel bir bütünlük oluşturduğunu savunur. Bu yüzden, yeni bir kolektif irade yaratmak için sınıflar ittifak yaptığında, sınıf kimlikleri de dönüşür. Bu karmaşık sınıf ittifaklarını açıklamak için “hegemonya” kavramını kullanır. Praksis felsefesiyle uyumlu olarak hegemonya, hem ahlaki-entelektüel hem de siyasal önderliği içerir. Dolayısıyla diğer sınıfların rızasını kazanmayı ve karşıt güçleri ise bastırmayı kapsayan hegemonya, organik ideoloji alanında inşa edilir ve kolektif iradenin öznesi burada kilit rol oynar.
Ancak hegemonya inşa süreci çelişkilerden arınmış değildir. Tam tersine, hegemonya farklı unsurların, anlamların ve sembollerin belirli bir organik ideoloji aracılığıyla ilişkilenmesiyle ortaya çıktığı için kırılgandır ve karşı-hegemonik güçlerin saldırılarına açıktır. Her hegemonya biçimi, doğası gereği çelişkili bir birlik taşır ve bu durum hegemonya mücadelesini daha karmaşık hale getirir. Gramsci’ye göre hegemonya sadece altyapı belirlenmez; üstyapıda meydana gelen süreçler de bu mücadelede belirleyici olur.
Hegemonya inşası, kolektif irade oluşumu ve sağduyunun şekillendirilmesi, ideolojik mücadelenin temel alanlarıdır. Bu alanlar kendi içinde çelişkili olduğu için hegemonya mücadelesi asla sonlanmaz; sürekli devam eder. Gramsci’ye göre, her anımız bu ideolojik mücadeleyle bağlantılıdır. Bu mücadele, devlet, örgütlü siyaset, folklor ve kültür gibi çeşitli alanlarda yaşanır.
Sonuç olarak, Gramsci’nin teoriye olduğu kadar pratiğe de verdiği önem, onun hem Marksist düşünceye hem de kültürel teoriye yaptığı katkıları özel kılar. Hayatının her alanında sosyalist strateji arayışını sürdürmesi, onun praksis felsefesine içten bağlılığını gösterir. Gramsci, teorik çalışmalarını gerçek dünyada hayata geçirmeye çalışarak bu anlamda neredeyse benzersiz bir örnek sunar. Bu durum, Gramsci’nin Marksist düşünce tarihinde neden hem teorisyen hem de praksis filozofu olarak ayrıcalıklı bir konuma sahip olduğunu açıkça ortaya koyar.
