Hakikatin İzinde: Modernite, Postmodernite ve Eleştirel Akıl

Uzunca bir süredir özellikle sosyal bilim çevrelerinde pozitivist anlayış ile post-modern yaklaşım arasında sert ama sonuçsuz bir tartışma yaşanıyor. Bu tartışma verimsiz olduğu açık, zira pozitivistler bilgi üretiminde katı determinizme saplanırken, post-modern düşünce ise her şeyi göreceli hale getirmekle meşgul. Her iki taraf da epistemolojik ve ontolojik analizlerin, özellikle modernlik ve Aydınlanma gibi kavramların önemini göz ardı etmekte adeta birbiriyle yarışıyorlar ve bu nedenle de ortak bir zeminde buluşamıyorlar.
Bu durum ne yazık ki günümüze özgü değil; yaklaşık iki yüzyıldır süren bir sürecin sonucu. Alman Romantizmi ile başlayan irrasyonalizm, Nietzsche’de zirveye ulaştı. Bireyin toplumsallaşma sürecini ve insan aklının yapısını göz ardı eden Nietzsche, arzular temelinde insanı hayvanla eşit gördü. Bu bağlamda, her ne kadar Batı düşüncesindeki nihilizmi eleştirme iddiasıyla yola çıksa da sonuçta kendisi mükemmele yakın bir nihilist dizge kurdu.
Habermas’ın da vurguladığı gibi, post-modern düşüncenin kökleri Nietzsche’ye dayanır. Nietzsche’yi öyle ya da böyle takip eden bazı 20. yüzyıl düşünürleri yalnızca bilimi değil, ahlakı, estetiği ve felsefeyi de reddetmişlerdir. Bu anlayış, akıldan kopuk bir varoluş önerir. Bu noktada, Kierkegaard ve Heidegger gibi filozofların etkisiyle gelişen varoluşçuluk, post-modernizmin felsefi temelini oluşturur.
Madalyonun öbür yüzünde yer alan pozitivizm ise farklı bir sorun taşır. Felsefi temellerden yoksun olan bu yaklaşım, doğadaki neden-sonuç ilişkisini sosyal olgulara da uyarlamaya çalışır. Böylece, post-modernizmin nihilizmine karşılık, başka türde bir nihilist sistem yaratmaya soyunur.
Bugün karşılaştığımız en büyük düşünsel sorunlar — pozitivist determinizm, post-modern görecilik — aslında modernleşme sürecinin farklı yüzleridir. Söz konusu problemli düşünsel temel, siyaset sahnesinde de etkili olmuş ve 20. yüzyılın insanlık tarihindeki en çalkantılı dönem haline gelmesine katkı sunmuştur.
Protestan etiği, endüstriyel kapitalizm ve liberal demokrasi, pozitivizm aracılığıyla rasyonelleştirilmiş ve bu uğurda insanlık adına büyük değerler feda edilmiştir. Böylece modern Batı uygarlığı, bir tür patolojik duruma sürüklenmiştir. Freud’un belirttiği gibi, modern toplumda içgüdüler akla karşı çıkar; sonunda bu içgüdüler rasyonelleştirilerek normalleştirilir ve değerli hale getirilir. Etik ilkeler ise bu süreçte yozlaştırılır.
Dahası, modern yönetimler, pozitivist akılcılığı sadece teknik bir kontrol aracı olarak kullanmış ve toplumu bu mekanik akla göre şekillendirmiştir. Weber’in “rasyonelleşme” dediği bu süreç, toplumsal yaşamın her alanını etkilerken, modern ulus-devlet modelini içinden çıkılması güç bir meşruiyet krizine sürüklemiştir.
Diğer taraftan, modernitenin girdiği düşünsel, siyasal, toplumsal ve kültürel çıkmazdan sıyrılmayı hedefleyen postmodern anlayış, söz konusu problemli yapıyı kıyasıya eleştirmiş ve aynı tuzağa düşmemek adına göreciliği merkeze yerleştirerek çubuğu fazlasıyla tersine bükmüştür. Yaşamın hiçbir öz, temel, ilkesellik ve norm ile ele alınamayacağını salık veren postmodern düşünürler, insanlık tarihinin tüm mirasını yok saymışlardır.
Bir tarafta modernitenin insanlığı uçuruma sürüklemekte olan problemli yapısını, diğer tarafta ise daha iyi bir geleceği kurmak adına tüm referans noktalarını göz ardı eden postmodern yaklaşımı içeren bu kısır döngüden çıkmak için yapmamız gereken ise yüzümüzü felsefeye döndürmektir. Ancak bu felsefe, bilgelik ve bilim sevgisi temelli bir anlayış olmalıdır. Böylece aklın öz-eleştirisini yapabilir, pozitivizm ve post-modernizmin sınırlarını aşabiliriz. Yalnızca bu şekilde hakikate ulaşmak mümkün olabilir.
Modernliği bu gözle değerlendirdiğimizde, tarih felsefesinin önemi ortaya çıkar. Tarih, geçmişle bugün arasındaki dinamik ilişkilerden oluşan bir süreçtir. Bu nedenle modernlik, Antik Yunan ve İslam Orta Çağı gibi dönemlerle bağlantılı olarak kavranmalıdır.
Tarihte, akla dayalı bir ilerleme çizgisi görmek mümkündür. Ancak bu, tarihin sadece mekanik bir neden-sonuç zinciri olduğu anlamına gelmez. Her dönem, kendi koşullarıyla geçmişin mirasını sentezleyerek özgün bir nitelik kazanır. Bu yüzden, her tarihsel dönemi kendi bağlamı içinde değerlendirmeli ama tarihsel süreklilikten de koparmamalıyız.
Bu bağlamda, yalnızca evrensel aklın uzlaşmasıyla oluşmuş kavramlar bize anlam kazandırabilir. Bu yaklaşım modernlik hakkında sağlıklı bir uzlaşının temelini oluşturabilir.
Son olarak, “Modernliği tamamlamalı mıyız, terk mi etmeliyiz?” sorusunu ele almak gerekiyor. Her ne kadar bu sorunun haklılığı gözler önünde olsa da sorunsalımızı yalnızca bu iki seçenekle sınırlamak indirgemecilikten öteye gitmeyecektir. Modernlik ne tamamen reddedilmeli ne de mutlak şekilde tamamlanmalıdır. Her birey düşünselliği ve eylemselliği aracılığıyla bu sürece katkıda bulunurken, tarihsel öz-bilinçle bu katkı daha anlamlı hale gelir. Dolayısıyla, eleştiriden asla vazgeçmemeliyiz. Ancak makul ve kavramsal bir eleştiriyle hakikate ulaşabilir, akıl yoluyla özgürlüğe varabiliriz.
