Popüler Kültürün Mesihçi Umudu: Walter Benjamin’in Özgürleşme Düşüncesi

Walter Benjamin’i okuduğumda kendimi çelişkili bir ruh hâlinde buluyorum. Bir yandan popüler kültürün ve sanatın dönüştürücü gücüne dair bir umut taşıyorum, diğer yandansa geçmişe bakarak geleceği nasıl kurabileceğimizi sorguluyorum. Bu durum, ilk bakışta çelişkili gibi görünse de aslında Benjamin’in düşüncesinin temelini oluşturuyor: Özgürleşmeye dair stratejiler geliştirirken, bir yandan da umutsuz bir melankoliden sıyrılamamak. Neredeyse birbirine tezat gibi görünen bu iki yön—umudun ve melankolinin birlikteliği—birbirini dışlayan şeyler mi, yoksa birbirini tamamlayan unsurlar mı? Bu yazının amacı bu sorulara kesin cevaplar vermek değil; ama bu meseleler üzerine düşünmek.

Benjamin, yaşadığı dönemin kapitalizmini iki yönlü bir yapı olarak görür. Bir yandan özgür bireyi yücelterek özel yaşamı ön plana çıkarır; bireyi sürekli bir bilgi bombardımanına maruz bırakarak hafızasını bastırmaya zorlar. Bu durum bireyde unutmayı temel bir hayatta kalma stratejisi hâline getirir. Modern insan gelenekleri unutur, fakat ardından bu geleneklere karşı nostaljik bir özlem geliştirir. Böylece birey, yalnızlaşır ve kamusal hayat sıradan ama kaçınılmaz bir gerçeklik hâlini alır.

Kapitalizm’in tetiklediği ikinci süreç ise sadece bireyselliği yüceltmekle kalmaz, aynı zamanda toplumsal kurumları ve kamusal alanı da yeniden inşa eder. Kent yaşamı ve kitle iletişim araçları, bireyin üzerine yoğun bir kamusal baskı kurar. Bu baskı, bireyde kaygı, korku, gerginlik, huzursuzluk ve tedirginlik duygularını yaygınlaştırır. Toplumun sosyo-psikolojik koşulları ile bireylerin çevresi arasında bir karşılıklılık oluşur. Bu durum, kamusal yaşamın sürdüğü mekânı hem parçalar hem de homojenleştirir. Sonuçta, hem izole olmuş hem de tekdüzeleştirilmiş bir modern kitle ortaya çıkar.

Benjamin’e göre her iki sürecin de itici gücü “meta fetişizmi”dir. Geçmişe dair her şey hızla unutulması gereken birer eski kalıntı gibi görülür. Artık zamanın hem sabit hem de sürekli değişen bir akış hâlinde olduğu modern Dünya’da yaşamaktayız. “Modern” ve “yeni” kelimeleri birbirinin yerine kullanılır, geçmiş ise sadece atılması gereken bir yük olarak görülür. Benjamin bu süreci “deneyimin yoksullaşması” olarak ifade eder. Zamanın hızı büyük ölçüde arttığı ve geçmişin bir çöp yığını gibi görülerek tamamen dışlandığı noktada Benjamin yalnızca yaşlı oldukları için atılan, unutulan, dışlanan, kenara bırakılan tarihsel kırıntılara odaklanır.

Ona göre geçmişin değeri tam da göz ardı edilmiş olmasında yatar. Modern kapitalist toplumların tarihselliği, geleceğin inşasında merkezi bir öneme sahiptir. Tarih meleği alegorisinde olduğu gibi, melek ilerlerken aynı zamanda geriye bakar. Üstelik, Benjamin tarihin bir felaketler zinciri olduğunu kabul eder; bu nedenle gerçek bir özgürleşme ancak tarih dışı, “mesihçi” bir anlayış içinde mümkün olabilir. Bu bağlamda, Benjamin, modern ilerleme fikrine kuşkuyla yaklaşır; ama bu karamsarlığın içinde yine de bir umut taşır.

Benjamin’in umudu, özellikle sanat ve popüler kültür üzerindeki analizlerinde kendini gösterir. Adorno’nun aksine, popüler kültürü pasif bir uyuşturucu değil, potansiyel bir özgürleşme alanı olarak görür. Sanat eserlerinin mekanik olarak çoğaltılabilmesi, sanatın kültik (kutsal) ve otoriter yönünü kırar. Bu süreç, “sanat sanat içindir” mottosuyla kristalleşir. Sonuç olarak, sanat eserinin özgün otantikliği ve “aura”sı daha az önemli hale gelir. Böylece sanat, halkın erişimine açılır ve demokratikleşir.

Dahası, mekanik çoğaltma süreciyle birlikte, sanatçının eser üzerindeki egemenliği de sona erer. Eserin anlamı artık toplumsal olarak inşa edilir. Popüler kitleler sanatla daha doğrudan bir ilişki kurar, hatta kendilerini sanatçılarla özdeşleştirir. Sonuç olarak, bu popüler kitleler sanat eserine çok daha yoğun bir biçimde dâhil olur. Böyle bir toplumsal anlam inşa süreciyle birlikte, estetik siyasallaştırır ve bireyler devrimci bir bilinçle yeniden şekillenir. Bu yeniden ortaya çıkan devrimci özne, popüler kültürün devrimci karakterinin en önemli göstergesidir.

Bu devrimci özne, otantik sanat eserinin “aura”sıyla hiçbir ilgisi olmadığı gibi, modernitenin “aura”sının da ötesine geçme kapasitesine sahiptir. Bununla birlikte, Benjamin, özgürleşmenin bireysel değil, kolektif bir uyanışla mümkün olacağını savunur. Bu kolektif enerji ise mekanik yollarla çoğaltılmış sanat eserlerinden ve onların şekillendirdiği popüler kültürden beslenir.

Benjamin’in özgürleşmeye dair yaklaşımı hem materyalist hem de romantik ögelere sahiptir. Tarih içinde bir devrim mümkün görmese de, sanat aracılığıyla gelişecek bir toplumsal uyanışa inanır. Onun için gerçek özgürleşme, tarihin içinde değil; tarihin dışında, mesihçi bir “şimdi-zaman”da (Jetztzeit) gerçekleşebilir.

Yine de Benjamin’in umut dolu yönü, popüler kültüre ve sanatın dönüştürücü gücüne duyduğu inançta belirgindir. Mekanik yeniden üretim çağında, estetiğin siyasallaşması, kitlelerin devrimci potansiyelini ortaya çıkarabilir. Son bir not olarak, Benjamin’in düşüncesinin Yahudi mistisizminden doğrudan etkilendiğini ve tarihin dışındaki bir devrim anlayışının uygulanabilir olmaktan çok romantik bir nostalji olduğunu kabul etmek gerekir. Ancak daha önemli olan, Benjamin’in mekanik olarak yeniden üretilmiş sanat eserleri aracılığıyla başlatılan popüler kültürün özgürleştirici ilerlemesine olan sadakatidir.