Sıradan Olanın Devrimci Gücü: Henri Lefebvre ile Kapitalizmi Okumak

Henri Lefebvre, kapitalizmi yalnızca soyut kavramlar üzerinden eleştirmekle kalmaz; onun eleştirisi, gündelik hayatın somut gerçekliğine kadar uzanır. Lefebvre’e göre kapitalist üretim ilişkilerini aşmak için mücadele edilmesi gereken asıl alan, bizzat gündelik yaşamdır. Bu nedenle, en alt düzeydeki toplumsal ilişkilerin, yani gündelik yaşam etkinliklerinin çatışmalı ve çelişkili doğasının, kapitalist toplumsal sistemi çözümlemek ve aşmak açısından kritik önemde olduğunu ileri sürer.
Kapitalist üretim ilişkilerinin çelişkili karakteri gündelik yaşama içkindir ve bizler, bu oyunun taşıyıcıları olarak, bilinçli ya da bilinçsiz şekilde, bizim için yazılmış olan temel senaryoya uygun hareket ederiz. Gündelik etkinliklere yönelik bu yansıtıcı bakış, kapitalist ilişkilerin çelişkili doğasını görmeye ve egemen toplumsal biçime karşı mücadeleye başlamak için bir çıkış noktasıdır. O hâlde, durup günlük yaşantımıza dikkatle bakmalı, neyi neden yaptığımızı sorgulamalıyız. Bu farkındalık, mevcut toplum yapısıyla mücadele etmenin ilk adımıdır.
Lefebvre, gündelik hayatın en dikkat çekici yönlerinden birinin, mekânsal ve zamansal olarak aşırı düzenlenmiş oluşu olduğunu belirtir. Başka bir deyişle, yaşamlarımız öyle düzenlenmiştir ki rastlantılara yer bırakmamakta ve rastlantılar birer anormallik olarak görülmektedir. Günümüzün bürokratik toplumlarında her birimizin sıkı bir zaman çizelgesine sahip ajandaları vardır. Rutin işler, belirli saatler ve mekânlarla sınırlı bir yaşam, bizi labirentin sonundaki peynire ulaşmaya çalışan aç farelere dönüştürür. Bu programlanmış yaşam tarzı ise çoğunlukla düzenli, normal, ideal ve doğal kabul edilir. Böylece kapitalist rekabetin işlemesi için en uygun ortam sağlanmış olur.
Bu düzen sadece bireylerin yaşamını değil, entelektüel dünyayı da etkiler. Entelektüeller de bu tekrarlayıcı ve kendini düzenleyen gündelik yaşam deneyimine kendilerini uydururlar. İnsan davranışlarını sayısallaştırmaya ve istatistiklere indirgemeye çalışan pragmatizm, işlevselcilik ve davranışçılık gibi yaklaşımların günümüzde sosyal bilimlerde giderek daha fazla kabul edilir olması tesadüf değildir. Böylece sosyal bilimler, somut olan üzerine ideolojik soyutlamalar yaparak, gündelik yaşamın her anında deneyimlenen eşitsiz ve sömürücü üretim ilişkilerini doğallaştırma ve meşrulaştırma görevini üstlenmiş olurlar. Bu hâkim bakış açıları, toplumsal pratiğimizin tek ve doğru biçim olduğu hissini bizde uyandırır.
Lefebvre’e göre, kentler bu düzenin merkezidir. İş, ulaşım, eğlence ve tüketimin neredeyse tamamen programlandığı kalabalık şehirlerde zaman ve mekân üzerindeki kontrol çok daha yoğundur. İnsanlar yalnızca üretim süreçlerinde değil, boş zamanlarında da kapitalist ilişkileri yeniden üretirler. Boş zamanın niceliği ve niteliği ile bu zamanı değerlendirme alternatifleri, denetimli tüketim toplumunca önceden belirlenmiştir. Sonuç olarak şehirler, tüm üyelerinin hem çalışma hem de boş zamanlarında önceden belirlenmiş davranışlar sergilediği karınca yuvalarına dönüşür.
Bu bağlamda, önceden programlanmış ve düzenlenmiş tüketim, mutluluğun tek yolu olarak sunulur. Tüketim süreci tamamen ihtiyaçların karşılanmasına indirgenmiştir. İhtiyaçlar ise denetimli tüketimle giderilmesi gereken boşluklar olarak tanımlanır. Tüketim sürecini yönlendiren en belirleyici denetim mekanizmalarından biri reklamlar olarak karşımıza çıkar. Zira reklamlar, neye ihtiyaç duyduğumuzu tanımlar, arzularımızı şekillendirir ve tüketim davranışlarımızı yönlendirir.
Bu tüketim alışkanlığı, yeni yabancılaşma türlerini de beraberinde getirir: politik, ideolojik, teknolojik ve kentsel yabancılaşma. Geleneksel olanın aksine, bu yeni yabancılaşma yalnızca üretim alanıyla sınırlı değildir. Tam tersine, söz konusu yabancılaşma gündelik yaşama öylesine nüfuz etmiştir ki, onun bilincine varma ihtimalimizi ortadan kaldırır. Artık kendi yaşamımıza bile yabancı hale geliriz. Modern akılcılığın mutluluğu arayıp acıdan kaçınma hedefi, aslında bizi doğrudan bu yabancılaşmanın içine çeker.
Lefebvre, denetimli tüketim toplumlarında her şeyi yöneten tek bir sistem olmadığını, onun yerine birbirinden bağımsız alt sistemlerin olduğunu savunur. Moda, turizm, yemek kültürü gibi alt sistemler kendi kurallarına, kurumlarına sahiptir. Bu alt sistemlerin her biri, tüketim üzerindeki denetimin etkinliğini ve devamlılığını garanti eden itibarlı mekanizmalardır. Kültür de denetimli tüketim toplumlarında ayrı bir tür tüketim malı haline gelir. Bu süreçte, moda alt sistemi belirleyici olur. Yöresel ürünler ve otantik kültürel değerler, modaya ve tüketime uygun biçimde paketlenip pazarlanır. Böylece kültürel unsurlar, anlamlarından koparılıp mutluluk ya da zenginlik imajlarıyla yer değiştirir.
Lefebvre’in Hegelci-Marksist çizgideki en özgün eserlerinden biri olan 3 ciltlik Critique de la vie Quotidienne (Türkçe’ye “Gündelik Hayatın Eleştirisi” başlığıyla çevrilmiştir), modern kapitalizmin gündelik yaşamdaki izlerini ve yeniden üretim süreçlerini analiz eder. Ona göre, kapitalist üretim ve tüketim ilişkilerinin sürmesinde en önemli rolü oynayan alan, bizzat sıradan görünen gündelik yaşantımızdır. Diğer bir deyişle, gündelik yaşam yalnızca ekonomik ve politik değil, aynı zamanda ideolojik süreçlerin ve kurumların çağdaş biçimlerinin kaynağıdır. Bu nedenle, Lefebvre’ye göre, kapitalizme karşı mücadele, tam da buradan, yani gündelik hayatın yeniden inşasından başlamalıdır.
