Zorunlu Seçimler: Pierre Bourdieu’nün Gözünden Kültürel Sermaye ve Ayrım

Sosyal bilimlerin en temel tartışmalarından biri, birey ile toplum arasındaki ilişkidir. Birey mi toplumu şekillendirir, yoksa toplum mu bireyi? Bu ikilik, sosyal bilimlerin ortaya çıkışından bu yana düşünürlerin kafasını kurcalamıştır. Öznelci (veya iradeci) ve yapısalcı yaklaşımlar bu tartışmanın iki ucunu temsil eder. Biri bireyin iradesine vurgu yaparken, diğeri yapısal koşulların belirleyiciliğini savunur.
20. yüzyılda varoluşçuluk ve yapısalcılık bu iki yaklaşımı temsil eden güçlü akımlar olmuştur. Bourdieu ise birey ve toplum arasındaki bu ikiliği aşmayı hedefleyen özgün bir yol arar. “Zorunluluğun Seçimi” gibi kavramlarla hem bireysel deneyimin hem de toplumsal yapıların kültürel pratiklerdeki rolünü anlamaya çalışır. Peki, zaten bir zorunluluk olan bir şeyi nasıl seçebiliriz? Ona göre, birey ne tamamen özgürdür ne de tamamen belirlenmiştir. Seçim dediğimiz şey, çoğu zaman zorunlulukların içselleştirilmiş bir yansımasıdır.
Bourdieu’nün çıkış noktası, sosyal kökenin, sosyal hiyerarşideki yerin (ana sınıflar tarafından belirlenen) ve formel eğitim düzeyinin bireylerin kültürel ihtiyaçlarının, beğenilerinin, ilgi alanlarının ve özellikle de zevklerinin oluşumunda hayati bir rol oynadığıdır. Başka bir ifadeyle, Bourdieu’nün estetik zevk üzerine düşüncesi, bireylerin beğeni ve tercihlerini toplumsal konumlarıyla ilişkilendirir. Ona göre, bir kişinin sanat zevki, müzik beğenisi ya da edebiyat ilgisi, büyük ölçüde ait olduğu sınıfın kültürel kalıpları tarafından şekillendirilir. Bu nedenle estetik tercihler, yalnızca kişisel beğeniler değil, aynı zamanda toplumsal konumların bir ifadesidir. Zevk, sınıfsal bir imzadır.
Bu bağlamda “habitus” kavramı merkezi önemdedir. Habitus, bireyin çocukluktan itibaren içine doğduğu sosyal koşulların, gündelik davranışlara, düşünce biçimlerine ve zevk anlayışına sinmesidir. Bireyler seçim yaptıklarını düşünseler de aslında bu seçimler büyük ölçüde içselleştirilmiş toplumsal reflekslerin ürünüdür.
Bourdieu’ye göre, kültür yalnızca keyif alınan bir alan değil, aynı zamanda toplumsal ayrımların yeniden üretildiği bir arenadır. Özellikle estetik beğeniler, bir kişinin sınıfsal konumunu işaret eden simgeler haline gelir. Örneğin klasik müziği tercih eden biri, bu tercihiyle bir tür kültürel üstünlük ve ayrım gösterisinde bulunur. Kültürel sermaye böylece toplumsal hiyerarşileri pekiştirir.
Bu sınıfsal temelli sosyal hiyerarşiyi garanti altına alan en önemli unsurlardan biri eğitim sistemidir. Eğitim, bireylere sadece bilgi değil, aynı zamanda toplumsal ayrım ve meşruiyet kazandıran bir kültürel statü sağlar. Bourdieu, eğitimi “toplumsal hiyerarşiyi yeniden üreten bir sınıflandırma sistemi” olarak görür. İnsan onuruna ve maddi ya da sembolik herhangi bir başarıya giden yegâne yol olarak sunulan eğitim sistemi, toplumun aşılmaz olduğu varsayılan farklılaşmış doğasını yeniden üretir. Diploma, sadece başarı değil, aynı zamanda bir sınıfsal konum belgesidir. Böylece, eğitim yüksek estetik zevklerin ve diğer ayrıcalıklı kültürel pratiklerin gerçekleşmesi için bir zorunluluk olarak öne çıkar ve bu anlamda toplumsal düzeni sürdürür.
Ancak Bourdieu’nün bu güçlü analizine bazı eleştiriler de yöneltilmiştir. Öncelikle, onun kültür anlayışı zaman zaman çok belirleyici ve değişmez bir yapı gibi sunulur. Kültürün birey üzerindeki etkisini analiz ederken, bireyin bu yapıyı dönüştürme potansiyeline pek alan tanımaz. Böylece, Bourdieu’nün çizdiği teorik çerçevede kültür, bireylerin estetik eğilimlerini en geniş ölçüde belirleyen neredeyse aşkın bir rol üstlenir.
Ek olarak, Bourdieu sosyal sınıfları yalnızca toplumun farklı kesimleri arasında sosyal ayrımlara neden olan genel arka planı betimlemek için analiz eder. Bununla birlikte, kolektif eylem yoluyla sosyal yapıların değiştirilebileceğine dair herhangi bir olasılığı açıklama zahmetine girmez. Her ne kadar yapısalcılığın nesnelci yanılsamasından kaçınmaya çalışarak sosyal aktörlere belirli roller atfetmiş gibi görünse de mevcut toplumsal düzeni aşılmaz varsayar. Bu da analizinin betimleyici bir düzeyde kalmasına neden olur; çünkü eşitsizliklerin nasıl değişebileceği konusunda somut bir öneri sunmaz.
Bourdieu, sosyal ayrımların kökenlerini ve estetik tercihler üzerindeki etkilerini çarpıcı biçimde ortaya koysa da bu ayrımların nasıl aşılabileceği sorusunu, cevapsız bırakır. Başlangıçta özne ile yapı arasında bir denge kurma niyetinde olsa da teorik çerçevesi giderek yapısalcı bir determinizme yaklaşır. Bireysel özgünlükleri ikinci plana atar ve sınıfsal konumu değişmez bir kader gibi sunma riskine girer.
Sonuç olarak, Bourdieu’nün yaklaşımı, estetik zevklerin yalnızca bireysel tercihler değil, aynı zamanda güçlü toplumsal kodlar içerdiğini göstererek kültürün görünmeyen yüzünü ifşa eder. Ancak, bu kodların nasıl dönüştürülebileceği sorusu hâlâ bize düşen bir görev olarak ortadadır.
